Peggy Jarrell Kaplan’ın bir Fransız dergisinde iki sayfaya yayılmış fotoğraflarına bakıyorum. Steve Paxton ve Merce Cunningham’dan Mark Morris, Anne Teresa De Keersmaeker ve Reinhild Hoffman’a dek bu imgelerin hepsine benzer bir sükûnet hakim; çarpıcı bir edilginlik, koreograflarla dansçıların suratlarından yayılan berrak bir durgunluk.
Yirminci yüzyıl koreograflarının araştırma biçimleriyle bakıldığında dans, her şeyden çok, zamanı evcilleştirme sanatıdır. Dans, hızı seven ve üreten bir toplumda farklı bir zaman anlayışının, askıya alınmış zamanın, sanat yapıtının zamanının, sürecin zamanının peşindedir. Pek çok koreograf, Merce Cunningham ve John Cage’in Zen felsefesinden etkilenmiş olmalarına benzer biçimde, içinde bulundukları kaotik gezegene benzersiz bir bilgelik yayarlar. Koreograflar soyut biçimde de olsa harekete anlam kazandırır; bedenin neler yapabildiğini araştırır, ancak onu yalnızca fiziksel biçimde kullanmakla yetinmeyi reddederler; görsel imgelerin tüketiminin hızlandığı bir dönemde, doğası gereği kısa ömürlü olan bir sanatı kayda geçirirler. Bunlar, “zamanı evcilleştirme sanatı”nın temelindeki üç ilkedir.
Daniel Dobbels, Fransa’da yaşayan önemli bir koreograf olan Hideyuki Yano öldüğünde, onun en sevdiği egzersizlerden birini hatırlatmıştı:
Kişinin nefes alıp verişi veya hareket edişinin kumaşın durgunluğunu bozmasına izin vermeden, karanlık ve çok ince bir örtünün arkasında gizlenmiş suratımızı hareket ettirmek ve konuşmak.[1]
Peggy Jarrell Kaplan’ın çektiği koreograf fotoğraflarına bakarken, insan bu belli belirsiz dokunma duygusunu hissedebiliyor.
“Kişilerin yüz ifadeleri ve varlıkları, bakışları ve jestlerinden gelip yüzeye çıkan heyecan kadar morfolojinin ortaya çıkardıklarını da merak eden fotoğrafçıları büyülemektedir.”[2] Peggy Jarrell Kaplan’ı ilgilendiren şey, “koreografın ilhamı” olarak da adlandırılabilir.
Diane Arbus, “bir fotoğrafçı, bir sır hakkındaki bir sırdır,” demişti. Bu sırrın kendi içinde dehşet verici bir yanı olabilir. Mary Wigman, The Language of Dance’da “Dance of the Sorceress” isimli ünlü yapıtının ilhamının, bir sabah aynada kendi bezgin ve karmaşık suratını gördüğünde yaşadığı şaşkınlık hissi olduğunu itiraf etmişti. Peggy Jarrell Kaplan’ın o aynaya benzeyip benzemediği kesin olarak söylenemez. Onun portrelerinde acımasızlık yoktur. İnsan bu portrelerde acımasızlık yerine kişilerin içinde bulunan ruhaniliği fark eder.
Portrelerin çoğu kişilerin çevreleri veya hayatına dair bilgilerle dolu değildir. Peggy Jarrell Kaplan anekdotlarla ilgilenmez. Sağduyulu ve kararlı bir biçimde, karşı karşıya onlarla çalıştığı süre boyunca tanıdığı koreograflara yönelik sevgisini gösterir. Zamanı nasıl evcilleştireceğini öğrenmek, burada da gereklidir. Bir portrenin gizemli ve derin bir biçimde insanı baştan çıkarmasını sağlamayı başarır. Yüz ve imge karşılıklı olarak birbirlerine dokunduğunda, portrenin tutkusu da koreografların tutkusuyla buluşmuş olur.
Jean-Marc Adolphe. 1988. Portraits of Choreographers – Peggy Jarrell Kaplan kitabı için önsöz
[1] Daniel Dobbels, “Night has fallen for Yano Hideyuki,” Liberation, 15 Mart 1988.
[2] Pierre Borhan, Clichés, Haziran 1986.
|